sebepler sükut ettiği zaman


?ui=2&view=att&th=1252afcd475ef18e&attid=0.1&disp=attd&realattid=ii_1252afcd475ef18e&zw


sebepler sükut ettiği zaman

Büyüklük hiçliğin içinde gizlidir. Hiç’lik ise vicdanın genişliği kadardır. Ve insan vicdanının genişliği kadar insandır aslında.

Bize en yakın olanlara ne kadar uzağız, ta içimizde olanlara ne kadar yabancıyız. Oysa bu kadar zor olmamalıydı vicdanımızın sesini dinlemek, yanlışa hayır demek, doğruyu gök kubbenin maviliğine haykırmak, hakikati ademoğlunun yüreğine yansıtmak, yansıtabilmek bu kadar zor olmamalıydı.

İradeyi iradesiz olanın eline verdiğimiz günden bu yana, tersinden sökün etmeye başladı hadiseler. Acıdır ki ilk çareler hep son çare olarak aklımıza gelir oldu. Gözlerimizin yaşı yüreğimizi ıslatmaya yetmedi ve kim bilir, taşlarla bütünleşmeye yüz tutmuş yürekleri yumuşatamayışımızın nedeni de belki de buydu. Ne de olsa sebeplerin dünyasıydı yaşadığımız… Ve öyle demiyor muydu bir yiğit bilge: Kalbe hitap etmek için kalpten konuşmak gerek…

Görünenle yetinip görünmeyeni ihmal etmek nelere, ne kadar acı verdi ve nelere bedel oldu… Kim bilir?.. Oysa görüneni şekillendiren, görünmeyenin kendisiydi. Ve insanı görünenle sınırlayıp, görünmeyene kapalı tutan, kabukla meşgul edip özü unutturan hiç’liğin dışındaki büyüklük değil miydi?

İbrahim (a.s.)’ı ateşlere gönderirken Nemrut, varlık, duruşunu belli ediyordu. Kimisi odun, kimisi su taşıyordu ve yollar çiziliyordu milenyumlara. İbrahimî olmanın, olabilmenin adı yazılıyordu gök kubbeye. Hasbünallah… Milenyumun nemrudîleri atarken ademoğlunun ruhunu, sönerken söndüren ateşlere, bir fark kalıyordu iki nemruttan geriye: Biri bedeni (görüneni), diğeri ruhu (görünmeyeni) mancınığa koyuyordu. Varlık duruşunu belli ediyordu ama su taşıyanlar buhar olup uçuyor ve odunlar insanlığın beslendiği meydanlara yığılıyordu. Ama kan ve irinin ortasından içinde şifa olan sütü akıtan HAYY, buhar olup uçan suyu hicranlı bir şafak vaktinde yağmur gibi yağdıracaktı. Ve işte hesapta olmayan da buydu…

Bedenin kendisi görünendi, bedene hayat olan ruh ise görünmeyendi ve ruhun aslı ne ise bedenin faslı o oluyordu. Çağın problemiydi işte bu; eşyanın hakikatini anlayamama ve algılayamama. Bedenin ihtiyaçlarını karşılayıp ruhun ihtiyaçlarını yok sayanlar, hayatı bir gözlerini kapatarak mı yaşıyorlardı veya varlığa tek gözle mi bakıyorlardı acaba...

İşte çağın cahiliyesi 1.400 sene öncekinin cahiliyesinden daha bir tecrübeli, daha bir sinsi, daha bir zeki... Onlar bedeni kızgın çöl kumlarına gömerken, devrin tahsil görmüş cahiliyesi o bedene hayat olan ruha çevirmiş oklarını, onun sınırsızlığını bedenin sınırlarına hapsedip bedenin tahakkümü altına almaya çalışıyor. Bedene dokunmuyor ama toprağın altında, toprağa uzanmış ve bedene hayat veren kökleri kesiyor, onları kurutmaya çalışıyor... Heyhat ki hesapta olmayan, hesaba katılmayan bir şeyler vardı...

Sebeplerin dünyasında yaşasak da sebeplerin de sükut ettiği zamanlar vardır. Ve sebepler sükut ettiği zaman yürekten konuşacak erlere ihtiyaç vardır. Zarfın değeri mazrufundadır. Mazrufumuz olan yüreğimizde sebepler sükut ettiği zaman konuşacak derman, konuşturacak ferman ACABA VAR MIDIR?..
   selam ve dua ıle..





Hiç yorum yok: