Senin Gibi Olmak Zor Geldi Bize Ya Rasul !‏


Hiç düşündünüz mü: Ayete’l-Kürsi (2:255), niçin Kur’an tahtının sultanıdır?
Cevabı açık: Allah’ın unutmadığını ve uyumadığını hatırlattığı için. “Unutan” ve “uyuyan” bir Allah tasavvuru, sadece modernlere tebelleş olan bir sapma değil, insanoğlunun en kadim sapmalarından biridir. Hani, “herkesi kendi gibi bilmek” derler ya; bazı insanlar bu “herkes” arasına, haddini aşıp “Tanrı’yı” da dâhil etmişlerdir.
Bu bir akıl savrulması. Mantık tutulmadan, mantûk tutulmaz. Nutkun tutulması, mantık tutulmasından bin kat ehvendir: “Fe ennâ tu’fekûn: Nasıl da savruluyorsunuz?”
Unutan ve uyuyan bir Allah tasavvuruna duçar olanlar üç kısımdır:
1. Kendileri unuttuğu ve uyuduğu için Allah’ı da öyle bilenler. İlleti cahilliktir.
2. Kendilerini uyanık sandıkları için unutan ve uyuyan bir Tanrı temenni edenler. İlleti suçluluktur.
3. Kendileri unutmadıkları halde, Tanrı’nın unutmasını isteyenler. İlleti haddini bilmezlik ve küstahlıktır.
“Resmi Hizmete Mahsus” cenazenin arkasından yazılıp çizilenler, bilinen o acı gerçeği bir kez daha gözümüze soktu: Had’siziz: Hadsiz, hudutsuz, sınırsız, zeminsiz, yersiz… İmanın bir tanımı da şudur: Haddini bilmek. Hz. Ali, “Her şeyin bir haddi, bir de matla’ı vardır” derken, bir yandan da “Kader nedir?” sorusunu cevaplamış oluyordu. Yani kader, ölçüleri olmaktır. Modern zihnin en bariz vasfı, ölçüyü reddederek yerine ölçüsüzlüğü ikame etmesidir. Bu tavır, özünde imanla taban tabana çelişen bir tavır. İşin ilginci, bu çelişkiye okumuş-yazmış iman sahiplerinin çok kolay düşmeleridir. Bunun da temelinde, imanına “Furkan aşısı” yaptırmayanları pençesine alan “sekülerleşme virüsü” yatmaktadır.
Çelişki, sadece tasavvurda kalmıyor. Oradan başını uzatıp duygu ve düşünceleri kullanarak sınır tecavüzlerine başlıyor. İman-inkâr sınırına yönelik tecavüzlerin inkâr cephesinden gelmesinin şaşırtıcı hiçbir yanı yok. Karanlık için alacakaranlık bir utanç değildir, fakat aydınlık için alacakaranlık bir utanç ve lekedir.
Asıl şaşırtıcı olan, iman cephesinde konuşlanıp da iman-inkar sınırına yönelik tecavüzlere göz yummak, hatta bizzat yeltenmektir. Peşinen söyleyeyim: Bu tarz, sınırların daha da bulanıklaşmasından başka, hiç kimseye hiçbir hayır sağlamayacaktır. Belki küçük hesap yapanlara “çıkar” sağlayacak, kendini tatmin peşinde olanlara “haz” sağlayacaktır. Ama asla “hayır” sağlamayacaktır.
Önce kafalar karıştı, sonra kalpler, sonra itikatlar. İman-inkâr sınırına yönelik her tecavüzün, imanın aleyhine işleyeceği göz ardı edildi. Bu sınırın tanınmaz ve kaygan bir hale gelmesinin ilk olumsuz etkisinin ahlaki sınırlarda görüleceği unutuldu. İşte bu yüzdendir ki, iman-inkar sınırına titizlenmeyenlerin ahlak sınırına titizlenmeleri, laf olsun torba dolsun kabilindendir. Bu ikisi arasındaki farkın büyüklüğü, Mekke Haniflerinin önde geleni Ümeyye b. Ebi’s-Salt’la, Peygamber arasındaki fark kadardır.
Burada, görevi “sınırları korumak” olanlara büyük sorumluluk düşmektedir. Heyhat ki gördüğümüz hiç de sorumluluğa yakışır şeyler değildir. Alın ekranda tevafuken denk geldiğim son bir örnek: Hocaefendi ölen devletlûnun cenazesini kıldırıyor. Kendince mesaj verecek ya, kafasına göre meallendirdiği bir ayet okuyor. Okuduğu ayet Mumtehane (Mumtahine değil) 4. ayetten koparılmış bir parça. “İbrahim babasına “kesinlikle senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim” dedi.”
Siz bundan, “Hz. İbrahim’in babasına rahmet dileme teşebbüsü, Allah tarafından kabul etmediyse bile, hoş görüldü” sonucunu çıkarırsınız, değil mi? Kur’ani gerçek bunun tam tersi. Hz. İbrahim’in bu tavrı, onun örnekliği dışında tutulması gereken “tek istisna” (illâ) olarak sunuluyor. Zira İbrahim babasına kendisi için Allah’tan rahmet dileyeceğine dair söz vermişti (18:47). Babasının niteliklerinin, Allah’ın rahmetine muhatap kılınanlara uymadığını anlar anlamaz “rahmet dileğinden” vazgeçti (9:114). Cenazede okuduğu ayetteki Allah’ın muradıyla, hocanın muradı taban tabana zıttı. Allah’ın muradı, ayetin başında İbrahim ve ona uyanlara örnek olarak gösterilen “Bakın, biz sizi(n hayat tarzınızı) reddediyoruz” tavrıydı. Ama, “reel politik” tavır, hakikatin hatırına galip gelmişti.
Bir kez bu şefkat değil. İçinde hikmet bulunmayan şefkat hamakattir.
Denilebilir ki; “Allah’ın rahmet deryasından dağıtmışsak ne olmuş yani! Katre mi eksilir?” Yoo. Eksilmez. Ama bu bir “gel otur, al götür” meselesi, bir “canın sağ olsun efendi; mal senin, ne verin elinle o gider seninle” meselesi değil ki. Dahası, Allah’ın rahmet denizini destursuz girilecek darı ambarı bilme meselesi de değil. “Bu ne cüret!” der, Hz. Peygamber’e İbn Ubey’in cenazesi dolayısıyla yapılan mükerrer uyarıyı hatırlatır, geçersiniz.
Ama bu, “Allah’ın koyduğu hudutları koruma” meselesi. İman-inkar sınırını yol geçen hanına çevirmeme meselesi. Tabi ki, birilerinin sınır, zemin, ölçü, yer gibi bir derdi varsa. Peki, ama bu tavra neden tevessül edilir? Tesbit edebildiğim kadarıyla sınır sulandırıcı tavrın üç nedeni var: 1) Hep dışlanmışlığın bilinçaltında taht kurduğu aşağılık duygusu; 2) Bu duygunun illeti olan “adam yerine konulmama” korkusu; 3) Bu korkunun gayesi olan “onlardan sayılmak için, önce onları kendinden sayma” taktiği.
Hakikate saygı esastır. Bırakın da herkes dinince dinlensin. Ne olur bir kez de, Kafirun suresini hissederek ve yaşayarak okuyun.

Hiç yorum yok: