BİZ "İNSAN"DIK
Yaşadığımız dünyaya ilgimiz bizi önce ona bağladı, sonra da zebun etti. Kabil değil miydi Habil’le olan mücadelesinde bize insan yanımızı gösteren. Âdem babamız dünya sürgününe düşmeden önce biz de lâhutî âlemlerde süzülen bir çift kanattık. Yusuf Peygamber kuyuya kardeşleri tarafından atılmadan. Güller Sultanı yakınları tarafından çöllerin kucağına bırakılmadan. Önce melek yanımızı kaybettik. Sonra ‘insan’lığımızın girift koridorlarında kendimizi…
Sur üflense, uzaktaki tepelerden yeryüzüne düşmeden önceki saflığımızın muştusu haber verilse, hayat insanlığımızı göklere ulaştırsa… Olmadı. Göklerde ağaran ilk damlalar düşmüştü bir kere zeminin kara yüzüne. İçimizdeki insan, bizi duru ve bulanık akan iki nehrin ortasına bırakıverdi. ‘İnsan’lığımız bizi gâh dingin bir denizin enginliklerinde dolaştırdı gâh fırtınalı acıların depreştiği kör kuyulara esir etti. İnsan, bilemedi bu tercihin anahtarlarını kendinde sakladığını. Bu sürgün, yüzyılların vebalini taşıyarak katmerleşti yüreklerimizde. Nihayetinde iyi ve kötünün savaşına dönüştü.
İyi bizdik. Bizde, damarlarımızda saklıydı. Ferhat olup dağlarımızdaki cevherleri arayıp durduk. Kimi o iyinin cevherine ulaşarak baharlar taşıdı gönlüne, kimi baharlara erişemeden o kıyılara umut dolu soluklar emanet etti. Kötü yine bizdik. İnsan değil miydik? Mayamızda saklı olan iyi ve kötüden çoğu kere ikincisini tercih etmiştik. Karanlık dehlizlerde dolaşmak içimizin aydınlığını almıştı bizden. Güneş, her gün ufuktan doğuyordu ama bizim göğümüz hep kara bulutlarla kaplıydı. Çamura buladığımız göğümüzün ardında ne güneşler doğup batmıştı da farkında olamamıştık.
Sonra şehrimize bir atlı geldi. Aydınlık ülkelerden kotardıkları iki tohum bırakıverdi avuçlarımıza. Biri umuttu, biri korku. Umuda tutunduk; çünkü aydınlık yarınlara ulaşmak azmindeydik. İlk tomurcuklar, ilk patlaklar ve fidana yürüyen yolculuk başladı gönüllerimizde. Sonra korku tohumunu saldık toprağın bağrına. Gözyaşlarımızla, ürpermelerle titredik üzerine. Hazanın soğuk rüzgârları gezindi toprağımızda. Korktuk. Çok korktuk. Umudu bir yanımızda korkuyu diğer yanımızda besleyip durduk yıllarca. Umut ve korkunun dallarında gölgelendik. Kader ağacına dönüşmeden önce tutunduk umuda ve korkuya. Biri içimize aydınlıktı diğeri dışımıza. Bunun farkına varamadık.
Biz insandık. Aldandık. Ne umudu besleyebildik ne korkuyu toprağımızda. Sonrasında tufana esir olduk. Dünya tufanına. Savrulduk çöllerce. Gezindik serkeş bulutlar gibi ülkelerce. İçimizdeki karanlık taştı dışımıza. Yusuf’tu içimizdeki çığlık, Âdem’e kadar varan. Son durakta çöllerde hayat bulan hicretin tadını duyduk Yüce Nebiyle gelen. Kurumuş topraklarımızda biten iki güzel fidana yürürken tomurcuklarımızı, karşılığını bulamamış sevgilere emanet ettik. Yalancı şafaklara kandık da zahirde aldandık. Biz insandık. Ulaştık; ama ‘ol’maktan uzaktık. Seher yelinin esintisini tattık ama seraplara aldandık.
Biz insandık. Ne korkudan aldık nasibimizi ne umuttan. İki gül fidanı dikmek yerine diken bitirdik gönül toprağımızda. Bu yönüyle Kabil’e aldandık. Kırdık, döktük, yıktık. Bizi biz eden ne varsa. İçimizde iyiye ve kötüye duran aynalar hep vardı. Bize düşen baharları gösteren yansımalara bakabilmekti. Umuda ve korkuya sarılarak O’na ulaşmak vardı. Biz ümitle korkuyu beslerken yüreklerimizde başka nazarlara bürünerek pişmanlığın bahçesine düştük. Ne korku kaldı elimizde ne ümit. Oysa korku da bizdik, ümit de.
RAMAZAN KILÇAK
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder