Anne-Baba Hakkı


   
Süleyman Sargın,
Zaman   
09.10.2009
Süleyman Sargın
Süleyman Sargın
Anne-baba, insanın en başta hürmet etmesi gereken iki kudsî varlıktır. Bu sebeple belki birkaç hafta sürecek bir yazı serisiyle daha çok muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin sohbetlerinden de azami istifade ederek Kur'an ve sünnet perspektifinden anne-baba hakkını ele almak arzusundayız. Maalesef, pek çok değer ölçüsünün unutulduğu, ailevî ve içtimaî esasların yerle bir olduğu zamanımızda, anne-baba hakkı da bu umumî yozlaşmadan nasibini aldı. Ne yapsak haklarını ödeyemeyeceğimiz anne ve babalarımız bugünün şımarık nesilleri tarafından sadece birer yük gibi kabul edilir oldu.
Aslında yük olan anne-baba değil, çocuklardı. Zira anne karnında daha küçük birer canlı halinde var olmaya başladıkları günden itibaren, hep anne-babanın omuzlarında dolaşan ve onların kucaklarında gelişip büyüyen onlardı. Fakat anne-baba derin şefkatlerinden dolayı, yavrularını yük değil mukaddes birer emanet olarak görüyorlardı. İşte bu yüzden onların hayat boyu devam eden fedakârlıkları karşısında çocukların da onlara sevgi ve hürmetle muamele etmeleri hem bir insanlık borcu hem de bir vazifedir.
Her insan, kendi ebeveyninin kadrini bilmeli ve onları Hakk'ın rahmetine ulaşmaya vesile saymalıdır. Ne yazık ki, günümüzde sadece Allah'a karşı saygısız olanlar arasında değil, O'nu sevdiğini iddia edenlerin içinde bile, anne ve babalarının varlıklarını istiskal eden, yaşamalarına karşı bıkkınlık gösteren ve sürekli saygısızlıkta bulunan insan bozması canavarlar türedi.
Mahzun Kırmızıgül'ün "Beyaz Melek" filmini defalarca seyrettim. Her seferinde toplumun içine sürüklendiği mahrumiyeti gördükçe içim sızladı. Anne-baba sevgisinden mahrum bir kalp, mahrumiyetlerin en acısını yaşıyordur aslında. Ve herkesin mutlaka izlemesi gereken o filmde anlatıldığı gibi, artık anne-babalar yalnızlığa ve kimsesizliğe mahkûm yaşıyorlar; biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceleri "darülaceze" denilen, şimdilerde biraz kibarlaştırılarak "huzurevi" adı verilen bu hicran yurtlarıyla teselli olmaya, senede bir gün kendilerine uzatılacak çiçeklerle avunmaya çalışıyorlar.
Oysa, insan çocuklarını bağrına basamadığı, torunlarını kucağına alamadığı, ne ihtimamla büyüttüğü ciğerparelerini sevemediği ve onlara bakıp bakıp "Yavrularım!.." diyemediği bir yerde nasıl huzurlu olur ki!.. Kendisine sevgi ve hürmetle nazar eden yakınlarının bulunmadığı, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman arayıp soranının olmadığı bir yerde mutluluğu nasıl bulur ki!..
Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; oraya "huzurevi" demekle onun sakinlerinin de gerçekten huzurlu olacaklarını sanmışız. Allah'tan ki bu müesseselerin hepsi Mahzun'un filmindeki gibi değil. Oralarda bazı samimi gönüller var da yaşlılarımızı bütün bütün sokağa terk etmiyoruz; kendileri gibi muhtaç kimselerin arasına bıraksak bile hiç olmazsa bir rahat yatak, bir sıcak çorba imkânı sağlıyoruz. Akabinde, onların da orada var olduğunu zannettiğimiz huzuru duymaları için zorlayıp duruyoruz. "Daha ne olsun, ne güzel yiyip içip yatıyorlar; rahatları yerinde!" der gibi küstahça bir tavır takınıyoruz.
Hâlbuki insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan ve bu şekilde saadete eren bir mahlûk değildir. O, her zaman çevresine alâka duyar. Tabiata açık bir fıtratı vardır. Evlat ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla münasebet içinde olmayı ister ve ancak tabiatından kaynaklanan bu alâka ve münasebetlerin gereği yerine getirildiği zaman huzur bulur. Şimdilerde bir tüketim mevsimi halini alan anneler veya babalar gününde "dostlar alış-verişte görsün" kabilinden sözde arayıp sormalar ve sun'î tavırlar mutlu etmez insanı. Senede bir eline tutuşturulan bir demet çiçek sadece onun gönlündeki hasret ateşini alevlendirmeye yarar ve hicranını dindirmez. O, alâkaya, sevgiye ve içten bir tebessüme muhtaçtır; onun manevi ihtiyaçlarını yalnızca yeme, içme ve sıcak döşekte uyuma karşılamaz.

Hiç yorum yok: