insanız zayıfız.


İnsan kâinatın göz bebeği ve yaratılmışların en üstünüdür.

Akıl, şuur, irade ve nice kabiliyetleriyle canlılar arasında en seçkin yere sahiptir.

Gökyüzündeki varlıklardan yeryüzündeki binbir çeşit mevcudata, her şey ona hizmet etmektedir.

Fakat bütün bunlara rağmen en zayıf, en aciz ve en muhtaç varlık da yine insandır.

Bu hakikati bizzat Allah Tealâ Hazretleri şöyle ifade buyurur:

“İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 28)

Evet, zayıfız. Küçücük bir mikrop bizi yere serer. En yakınlarımız dahi ebedi yolculuğumuza bizi yalnız gönderir. Dost bilir, ihanet görürüz. Bin türlü kaza, belâ, musibete maruz kalırız. Üzüntü yıpratır, korku heyecanlandırır, fakat çoğu zaman elimizden bir şey gelmez. Geleceğe baktığımızda kabir kapısını açık, bizi bekler vaziyette buluruz.


Ve ölüm var, en önemlisi ölüm. İnsan ölümden korkar, ötelere inanmıyorsa nefret eder, ölümü yenmek ister. Çünkü ruhu yokluğu istemez. Öyle güçlü sonsuzluk duygusu vardır ki, en inançsız insan bile bundan yakasını sıyıramaz. Fakat ahirete inanmadığı için ölümü yokluk kapısı görür ama elinden hiçbir şey de gelmez.

Bitmeyen ihtiyaçlar, geçmeyen doyumsuzluk

Evet, insan zayıf. Maddi-manevi ihtiyaçları hiç bitmez. Hayalleri nereye kadar uzanıyorsa, ihtiyaçları da oraya kadar uzanır. Dünyanın en zengin insanına bile ahir ömründe, “Daha bir isteğin kaldı mı?” diye sorulsa, yığınla şeyden bahseder. Yüz mülkü varsa yüz birinciye talip olur.

Demek ki insan ne kadar zengin olursa olsun muhtaçtır, nefsinin doymaması sebebiyle her daim fakirdir. Hz. Peygamber s.a.v. bu noktaya işaretle: “Eğer ademoğlunun iki vadi dolusu altını olsaydı muhakkak üçüncüsünü isterdi. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur.” buyurmaktadır.

İnsanoğlunun ömrü, imkan ve iktidarı pek kısa, acz ve zafiyeti pek fazla olduğu için hayalindekilerin çoğunu yapamadan göçüp gider. Hiçbir şeye muhtaç olmayan yalnızca Allah Tealâ Hazretleri’dir. İnsan bütün sebepleri kudret elinde tespih taneleri gibi evirip çeviren Hz. Allah’a dayanıp O’na itimat ederse, iki cihanda da mutlu olur.

Bir sığınak arayışı

İnsanın en önemli zaaf noktalarından biri de nefsin arzularına uymaya, şeytanın kandırmalarına meyilli oluşudur. Zira sabır ve tahammül bakımından zayıftır. Allah’ın emirlerinden ayrıldığı zaman nefs ve şeytan onu kolaylıkla yoldan çıkarıp felakete sürükler, sonunda imanını elinden alarak helâk eder. Zira her bir günahtan küfre açılan bir kapı vardır.

Aslında hata ve günah atamız, efendimiz Hz. Adem’le beraber doğmuş ve adeta onunla ikiz gibi olmuştur. İnsanoğlu da bu hatayı miras olarak devralmıştır. Bu Allah’ın kanunudur ve onu aşabilmemiz mümkün değildir.

O halde herkes hata yapabilir. İradesi en güçlü olanların zayıf bir anı, kendine hakim olamadığı zamanlar olabilir.

Fakat önemli olan o hatanın içinde ısrar edip kalmamaktır. Hz. Peygamber s.a.v. bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlememiş olsaydınız, Allah sizi giderir ve yerinize günah işleyen bir topluluk yaratırdı. Ki onlar günahlarından dolayı tevbe etsinler, Allah da kabul etsin.”

Demek ki, prensipte insanoğlunun hataya düşebileceği kabul edilmektedir. Zaten Allah Teâlâ’nın tevbeleri kabul etmesi, acıması, örtmesi ile ilgili pek çok sıfatı bu vesile ile tecelli eder. İnsan hata etmeyecek bir varlık olsaydı -hâşâ- bu sıfatların bir manası kalmazdı.

Bütün mesele, düştüğü zaman hemen kalkmasını, uzaklaştığı zaman yakınlaşmasını bilmek, günaha girmeyi zihninde ateşe girmekle eşdeğerde bilmektir. Babamız Hz. Adem gibi: “Rabbimiz, kendimize zulmettik.” ( A’raf , 23) veya Hz. Yunus gibi: “Senden başka ilâh yok, sen münezzehsin; şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiya, 87) deyip, nefsin zulmünden Cenab -ı Hakk’a sığınmaktır. Aczini, fakrını, zaaf ve ihtiyaçlarını ortaya koyup O’na iltica etmektir.

Bir gün Allah Rasulü’nün huzuruna korku ve heyecan dolu bir sahabi geldi. Kendini yere atarak: “Mahvoldum ey Allah Rasulü , caddeden geçen bir kadına baktım ve dokundum!” dedi. O esnada ayet nazil oldu ve Allah Tealâ şöyle buyurdu: “Günün iki yanında namaz kılın; şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir.” ( Hûd , 114)

Evet, hadis-i şerifte de belirtildiği gibi namazlar arada işlenen küçük günahları silip süpürür. O yüzden, kalp günahlarla lekelenip çamura bulandığı zaman önce tevbeye , hemen akabinde de diğer salih amellere yönelmek gerekir. Asıl tehlike günahı küçük ve basit görmek, nefsin heva ve arzularına karşı ciddi ve uyanık bulunmamaktır.

Zayıflıkta saklı güç

İnsan işte böyle acz , kusur ve zafiyetlerle dolu bir varlıktır. Fakat bütün bu acizlikleri, zafiyetleri aynı zamanda onun en büyük güç kaynağıdır. Yeter ki, bu zafiyetini Rabbine karşı hissetmiş olsun. Aksi halde acz ve zafiyetler, ümitsizlik, keder ve aşağılık psikolojisinin kaynağı haline gelir.

Kul halini Rabbi’ne arz edecek. Ağlayan bir çocuk gibi olacak. Ağlayan çocuğun karşısında anne babanın merhameti coşar ve “istediğin nedir yavrum” derler. Onu susturuncaya kadar etrafında pervane olurlar. Böylece çocuk kendi imkanlarıyla elde etmede aciz kaldığı şeyleri ağlamakla elde eder. Aynen bunun gibi, kul da nihayetsiz aczi, ihtiyacı, kusur ve noksanlarıyla Cenab -ı Hakk’ın kapısını çalar, ağlayarak O’na iltica ederse, muhakkak lütuf ve keremle döner. Bütün sebeplerin iptal olduğu, umutların bittiği, çarelerin tükendiği anlarda her duaya icabet eden Allah’a sığınmak, yeni bir umut kaynağı ve yaşama sevinci verir. Çocuk bazen şeker ister, anne baba ise dişlerinin çürümemesi için başka bir şey verir. Kimi zaman da ilaç verir. Fakat ne verirse onun iyiliği için verir. Aynı şekilde her samimi duaya icabet eden Allah Tealâ Hazretleri de kuluna ne verirse onun için muhakkak lütuf ve rahmettir.

İnsanın nefs ve şeytana karşı devamlı uyarılmaya ihtiyacı vardır. İşte bir kısım bela ve musibetler bu vazifeyi görür, onu günahlara karşı ikaz edip korurlar. Başkasının tarlasına girmeye yeltenen koyuna şefkatli çobanın attığı ikaz taşları neyse, mümin için bela ve musibetler de odur. Cebi dolu ve sıhhatli insanın günaha girmesi daha kolaydır. Halbuki mahrumiyet ve hastalıklar, onu böyle bir düşüşe karşı muhafaza eder. Ayrıca aczini idrak edip kibir ve gurur hastalığından kurtulur. Hamd etmek kaydıyla çektiği musibetler günahlarına kefaret olur. Hatta öyle günahlar vardır ki, onları ancak musibetler temizler.

Dünya onlar sayesinde ayakta

İnsan acziyetini kavradığı ölçüde Cenab -ı Hakk’ın rahmetine uyanır. Benlikten arınmış, acz ve zafiyetini hisseder vaziyette devamlı kulluk etmesiyle Rabbi’ne vuslatı süratli ve emniyetli olur. Cenab -ı Hakk’ın fiil ve sıfatları o kimse üzerinde inkişaf eder. Bediüzzaman Hazretleri’nin de belirttiği gibi, gözyaşlarını sebil ederek hüzün, inkisar, ümit ve acziyetle ellerini ilâhi dergâha açan mümin, her şeye gücü yeten Allah’ın rahmetine, kudretine, zenginliğine ve daha pek çok sıfatlarına âyinedarlık yapar. Allah Tealâ Hazretleri böyle birkaç kişi sebebiyle bazen bütün ahalinin üzerinden belaları kaldırır. Zaten bunca isyanımıza rağmen, hal lisanıyla Kâdir -i Zü’l -Cemâl Hazretleri’ne sürekli yalvarıp yakaran zayıf, aciz varlıklar ve bir de salihler olmasaydı, bela ve musibetler üzerimize sel gibi yağacaktı.

İnsan ve hayvanların yavruları, bitkiler, elden ayaktan düşmüş ihtiyarlar, hastalar, musibetzedeler , mazlumlar, oruç tutmakla zafiyet çekenler, kendilerini yaratan kudrete sürekli iltica ediyor ve hal lisanlarıyla “bak halimize acı” diyorlar. Susuz ağaç, “Ya Rabbi suyunu esirgersen kuruyacağım” diyor. Vahşi hayvan yavrusu, “annemden merhametini kaldırırsan öleceğim” diyor. Allah Tealâ Hazretleri de rahmetini sağnak sağnak yağdırıyor. Bir hadis-i şerifte: “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi dökülecekti.” ( Beyhakî ) buyurarak, onların bizim için adeta birer sigorta hükmünde olduğunu beyan ediyor.

Bir beşer olarak acz ve zafiyetini en iyi kavrayıp Allah’a takdim eden Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz’dir . Ama O, hiçbir zaman -hâşâ- sıradan bir beşer gibi değildi. Velilerin bile tahammülünü aşan nice zorluklara O tahammül ediyordu. Taif dönüşünde taşlanmış, yaralı, kalbi kırık, kan-revan içindeyken halini yücelerin yücesi Allah’a arz etti. Fakat zerre kadar beddua etmedi, kahret Allahım demedi. Sadece şunları söyledi: “Zaafımı sana şikayet ediyorum. Güçsüzlüğümü sana şikayet ediyorum. Yaraladılar, dayanamadım.”

Allah ızdırap çekenin duasına icabet eder. Çok geçmeden Cebrail Aleyhisselam gök gürültüsüyle birlikte başında beliriverdi. “İstersen dağları kaldırıp başlarına yıkayım” dedi. Bu sözle bir kere daha sarsılan Efendimiz: “Hayır!” buyurdu, “asırlarca sonra, onların nesillerinden bir tek Allah diyecek kişi gelecekse… onları mahvetme.” diyordu.

Yalnız ve rehbersiz

Zayıf, rehbersiz ve himayesiz insan, rüzgârın önündeki saman çöpü gibidir. Kolaylıkla savrulup devrilebilir. Zira insan bir taraftan nerede, ne zaman ve nasıl karşısına çıkıp kendisini aldatacağı belli olmayan şeytanla; diğer taraftan da kibir, haset, kin, nefret, riya, hırs, şehvet gibi yüzlerce manevi hastalığı içinde barındıran nefsle karşı karşıyadır. Üstelik nefs ve şeytanın kolluk kuvvetleri evimizin içinde, yolda, iş yerinde, televizyonda, gazetede, kısaca her yerdedir.

Hadis-i şerifte: “Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir” buyrularak, nefsin ne kadar büyük bir hasım ve insanla ne kadar iç içe bir varlık olduğunu beyan etmektedir. Nefsin arzu ve istekleri öldürücü bir zehir gibidir. Şahsın manevi hayatını felç eder. Tutkularının esiri haline getirdikten sonra cehenneme yuvarlar. Çoğu zaman nefs ve şeytan insana dost suretinde yaklaşarak kötüyü iyi, doğruyu yanlış ve bâtılı hak gösterir. Sıfatları düzelmedikçe mutlak surette kötülüğü emreder.

Şeytan da böyledir. Kur’an -ı Kerim’de şeytanın his ve karakteri şöyle anlatılmaktadır: “Elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.” ( A’raf , 17) Bu azgın düşmanlara karşılık insan son derece zayıf, mukavemetsiz, tahammülsüz ve meyillidir.

Hal böyleyken nefs ve şeytanın hilelerine karşı uyaran, Hak’tan gelen esintilerle ruhu doyuran bir Allah dostunun himayesine girmeden, azıksız, rehbersiz, tuzakla dolu bu yolda nasıl yürünebilir? Manevi hayatımız açısından adeta yer-gök üzerimize ateş saçıyor. Bu durumda yanımızda dua ve himmetini bizlere zırh yapan, zafiyetlerimizi tedavi edip kuvvete dönüştüren bir Hak dostuna ihtiyaç duyulmaz mı?

İlim ve irfanıyla insanı yoğurup terbiye eden, feyz pınarlarıyla kalpleri ihya eden, ufkuna girenlere aşk boyasını çalan bir mürşid-i kâmil, manevi hayatımızın istikameti ve ebedi hayatımızın selameti için ne kadar da elzemdir! “Ne olursan ol gel” diyen Sâdât-ı Kiram’ın yolundan giden hiç yıkılır mı? Bizi yalnızlık vahşetinden kurtarmak için elini uzatan hakikat davetçisine el veren yalnız kalır mı? Hz. Mevlâna ne güzel söylüyor: “Padişahın dostu olan hiç zayıf ve kimsesiz kalır mı?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder