İTAAT SEVGİNİN GEREĞİDİR.

kari-koca.jpg

İtaat, sevginin gereğidir
Sevginin gereği sevilene benzemektir, onun gibi olmaktır. Kur’ân, “Biz istinasız bütün peygamberleri, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik” buyuruyor. Bir kimse peygambere itaat etmiyorsa, yolundan gitmiyorsa, sevgisini nasıl ispat edecek?

Enes b. Malik’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre birgün bir kişi Allah Resûlüne (asm) şöyle bir soru sormuştu: “Kıyamet ne zaman kopacak?”
Kıyametin ne zaman kopacağı o kadar önemli miydi? Yarın, öbür gün kopacak denilseydi ne yapardık? Veya “Yıllar, asırlar sonra kopacak!” denilseydi neler hissederdik?
Kıyametin vakti kendi ecelimiz gibi gizli tutulmuştu. Tâ ki her zaman Kıyamet kopacakmışcasına hazır olunsundu. Onun için Allah Resûlü (asm) bu soruya şu cevabı vermişti: “Senin o gün için ne hazırlığın var?”
Evet, meselenin özü buydu. Önemli olan Kıyamete her an kopacakmışcasına hazır bulunmaktı. Gizli tutulan ecelimiz için de her an ölecekmişcesine hazırlanmak gibi.
O kişinin cevabı şuydu: “Allah ve Resûlünün (asm) sevgisini hazırladım.”
Allah Resûlü de (asm), “Öyleyse sevdiklerinle berabersin.”
Hadisi rivayet eden Hz. Enes (ra), “Resûlullahın bu sözü sebebiyle öylesine sevinmiştik ki Müslüman olduğumuzdan bu yana bu kadar hiç sevinmemiştik” diyor ve devam ediyor: “Ben Allah’ı, Resûlünü (asm), Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Gerçi benim onlar kadar ne hayrım ve ne de ibadetim var. Ama onlara olan sevgim sebebiyle Kıyamet gününde onlarla beraber olacağımı ümit ederim”1 demişti.
Bu dünyada Resûlullah’ı (asm) görme şerefine erişemedik. Ama onu görme, onunla beraber olma iştiyakı içinde yanıp kavruluyoruz. “Acaba öbür dünyada Efendimizi (asm) görebilecek miyiz?” sorusunu sanki bizim adımıza sormuş o Peygamber âşıkı kişi ve cevabını dolasıyla biz de öğrenmiş olduk.
Demek Hz. Peygamber’i (asm) seven herkes Kıyamet Gününde, Cennette onunla beraber olacak.
Peki, Resûlullah’ı (asm) sevmenin ölçüsü nedir? Kişi sırf, “Ben Resûlullah’ı seviyorum” demekle sevdiğini göstermiş olur mu?
Hayır. Sevginin gereği sevilene benzemektir, onun gibi olmaktır. Kur’ân, “Biz istinasız bütün peygamberleri, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik” buyuruyor. Bir kimse peygambere itaat etmiyorsa, yolundan gitmiyorsa sevgisini nasıl ispat edecek?
Allah Resûlü (asm) de, yüz çevirenler dışında herkesin Cennete gireceğini bildirmiş “Yüz çevirenler kimleridir?” sorusuna da, “Bana itaat edenler Cennete girer, karşı gelenler de Cehenneme girerler” buyurmuşlardır.
Demek itaat, sevginin gereği...

Şeytanın Yarını Bitmez

2837_1144463778343_1429972709_393701_106880_n.jpg

NE ZAMAN HAYRA YARAR bir şeyler yapmaya girişsek, önümüzde ’küçük’ bir engel beliriverir. Hayırlı bir işe başlamaya mı niyetlendik, o engel yüzünden, teşebbüsümüz daha başlamadan akim kalır. Zira, içimizde bir ’yarın’cı saklıdır. Rabbimizin rızasına uygun bir işe niyetlenir niyetlenmez, bu ’yarın’cı, bizi erteleme kuyularında boğdurur.
Herkes, kendi ömründe ve de gündelik hayatında, bu ’yarın’cının bir dizi icraatını sanırım bir çırpıda sayabilir. Kaç hayırlı fiil ’yarın’a ertelendiği için yaşanmamış; kaç hak söz ’yarın’a saklandığı için hiçbir zaman söylenmemiştir, kimbilir?

  Nefsin hoşuna giden işlerde ’hemen şimdi’ci olan şeytan, hakikat ve hayr karşısında, hep ’yarın’cı olmuştur. "Sonra yaparsın." "Yarın başlasan da olur." "Bir gün muhakkak." "İlerde ben de düşünüyorum."


  Hayatımıza şöyle bir baksak, bu ’az sonra’ların, ’yarın’ların, ’ileride’lerin faturasının hayli kabarık olduğunu görmemiz zor olmayacaktır. Şeytanın, ’az sonra’ kalkıp kılmak üzere bizi edadan alıkoyduğu sabah namazlarının sayısı acaba yüzlerle mi, binlerle mi ifade edilebilir? ’Az sonra’ kılayım derken alelacele ’son dakika’ya sığıştırılan sair namazların sayısı acaba kaç bini bulur?

  Namazla ilgili ertelemeler, şeytanın hayır ve hak karşısındaki ’yarın’cılığının bir örneği yalnızca... Kulluğun şanına yakışan sair görev, fiil ve haller de hesaba katılınca, şeytanın ’yarın’a erteleyerek bizi hepten alıkoyduğu hayır ve hak sayısı, herhalde milyonları bulacaktır.


   Bu ertelemenin sonuçlarını yalnız kendi dünyamızda da görmüyoruz. Ubudiyet görevlerini ’yarın’ yapacak olan; ama o ’yarın’ gelmeden bu dünyadan göçen ne çok insan var!

   Çokları, üç gün sonra yaşıyor olacağının garantisi olmadığı halde, ubudiyet borcunu ’ihtiyarlık günleri’ne erteliyor sözgelimi. Birçok insan, ’ileride örtünmek’ düşüncesiyle birlikte, bugün tesettürsüz geziyor. Daha en başta ubudiyet çizgisinde karar kılanlara ise, "Daha yaşın genç. İleride yaparsın" deniliyor.


   Oysa ölümün yaşı yoktur. Hayat apartmanının ne zaman yıkılacağına dair bir tarih kaydı, kimsenin elinde yoktur. Bir dakika sonra ölmek, yüz yıl yaşamak kadar, hatta ondan da fazla mümkündür.

   Ne var ki, şeytanın ’yarın’ı bitmez. Ne zaman ’asıl vazife’ aklımıza düşer, ne zaman kalbimiz iman ve ubudiyet arzusuyla hüşyar olur, şeytan hiç bitmeyen ’yarın’lar sunar önümüze.

  Gariptir, ubudiyet yoluna girecek olduğumuzda bin türlü ’yarın’lar sunan şeytanın, ubudiyete sığmayan fiillerde tek bir ertelemesi bile yoktur. Bizi gaflete atan, duygularımızı dünyanın fani yüzünde boğan onca şeyi asla ’yarın’a ertelemez şeytan. Bir kez olsun, "Bugün Kur’ân’ını oku, televizyonu yarın seyredersin" demez. Bir kez olsun, "Bugünün şükrünü yap da, ’Piyasa durgun’ şikayetini yarına sakla" dediği yoktur. Bir kez olsun, "Şimdi namazını kıl da, haberleri yarın öğrenirsin" dememiştir.


   Çünkü, elimizde olan yegâne zamanın şimdiki zaman olduğunu şeytan da bilir. Bildiği için, ubudiyet görevlerini gelmemiş bir ’yarın’a erteleterek kandırır bizi. Böylece esasen Allah’a ibadet için verilmiş hâzır zamanı kendisi için kullanıma hazır hale getirir. Sonra da o hâzır zamanda gaflet, sefahet veya dalâlet derelerine sürükler bizi.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) "Erteleyiciler helâk oldu" buyururken, bizi işte bu şeytanî tuzağa karşı uyarıyor.

GÜLİSTAN


Gıybet odur ki;
gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi,
kerahet edip darılacaktı.
Eğer doğru dese, zaten gıybettir.
Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır;
iki katlı çirkin bir günahtır.
Bediüzzaman

Günlük Hadis (Çocuk evlenecek çaða geldiðinde gücünüz varsa onu evlendirin...)





Hz. İbni Abbas Radiyallahu Anh'tan rivayetle Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

"Bir kimsenin çocuğu evlendirilecek çağa gelince, ekonomik gücü varsa onu evlendirsin. Evlendirmez
ve çocuk da fena birşey, yaparsa, mes'uliyeti babaya aittir."

(Deylemi)

Resulullah.org


Vazife Aşkı...


   
Hekimoğlu İsmail,
Zaman   
10.10.2009
Hekimoğlu İsmail
Hekimoğlu İsmail
İhtiyarlık yolun sonunu gösteriyor. Her canlı ölümü tadacaktır. İhtiyarlık o ölümü bize daha da yaklaştırıyor. İhtiyarlık başlı başına bir hastalıktır; tedavisi olmayan bir hastalık... İnsan, enerjisini yitirmiş, beli bükülmüş, gözleri kararmış olarak hayata devam ederken, gençlik yıllarında güzel hazırlıklar yapmışsa, aynı güzellikleri devam ettirir ihtiyarlayınca... Bediüzzaman şöyle buyuruyor: "Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!.." Yani, "Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah'a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin."
Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani "ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam" yok!..
Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor... Klasik bir soru, "nasılsınız" diye sordum. Buyurdu ki, "Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah'tan..." Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.
Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek'te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. "Tövbe edin, 'Allah' deyin." derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı... Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi... Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun...
Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey... 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92'ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.
Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam'a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam'a vakfetti. Demek ki bir insanın tahsili ne olursa olsun, o şahıs İslamiyet'i öğrenip anlayabilir. Ben kendimi onun talebesi kabul ederdim.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi onca hastalığına rağmen talebelerine anlatmaya devam ediyor. Kaç defa görmüşümdür, çalışma odasından camiye, arkadaşların iki koluna girip tutmasıyla gelebilirdi. Hocaefendi'nin şekeri had safhada, fakat sohbete devam.
Benim şu anda Allah'tan istediğim, yürüyebilmek. Su gibi, hava gibi hareket etmeye çok muhtacım. Sağlıklı günlerimde işten eve yürüyerek gidip gelirdim. O günlerime hasretim şimdi...
Durgun sular kurtlanır. Uçağın motoru durursa uçak düşer. İnsan da idealinde yürümezse, ölü gibi olur.

HER GÜNE BİR AYET

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.
Hadid suresi  20

Günlük Hadis (Darda kalmışa yardım etmek ...)




Hz. Ebu'l-Yüsr Radiyallahu Anh'tan rivayetle Efendimiz Sallalahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

"Bir kimseyi, Allah'ın, kendisinin musibetini
def etmesi, dileğini vermesi ve kıyamette Arş-ı A'lanın gölgesinde gölgelendirmesi memnun ediyorsa, darda kalmış adamın borcunun
gününü uzatsın veya o borcu tamamen bağışlasın."

(Abdurrezzak)

Resulullah.org

Hz. Muhammed'in ilk hutbesi

 Hz. Muhammed'in ilk hutbesi
 
10 Ekim 2009 07:19
 
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in ırkçılığa karşı en güzel mesaj olan veda hutbesi oldukça meşhur ve sanırız onu duymayayınız yoktur. Peki ya O'nun ilk hutbesinde neler söylediğini biliyor musunuz?
 
İşte ilk hutbe:
 
Bir cuma günü Medine yolunda
Bir çift güvercin ve örümcek ağı... Ölümle arasında bu ikisinden başka bir şey olmayan, düşmanlarıyla burun buruna geldiğinde arkadaşına "Korkma, Allah bizimle beraberdir", diyerek moral veren Sevgili Peygamberimiz, çölün çile dolu yollarında Süraka'nın tehditlerine, yolun güçlüklerine boyun eğmeden 24 Eylül 622 tarihinde ashabının sevinç gösterileri altında Kuba kasabasına girdi.
Kuba kasabasında dört gün kalan Hz. Muhammed (sav) burada İslam'ın ilk mescidini, takva üzerine bina edilmiş olan Kuba Mescidi'ni inşa etti. Cuma günü olduğunda ise Medine'ye doğru yola çıktı.
Ashab-ı Kiram kılıçlarını kuşanmış Peygamberimizle birlikte ilerliyor, Medine'ye giden yolun sağında solunda toplanan insanlar Allah Celle'nin son Peygamberine selam veriyor, O'na olan sevgilerini göstermeye, hasretlerini gidermeye çabalıyorlardı. Ranuna vadisine geldiklerinde öğle vakti olmuştu.

Yarım hurma ile dahi olsa...

Peygamber Efendimiz Aleyhisselam, Salim bin Avfoğullarının oturduğu bu vadide ilk Cuma namazını  kıldırdı. Rasul-i Ekrem bu ilk Cuma namazının hutbesinde şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Sağlığınızda ahiret için hazırlık yapınız. Biliniz ki kıyamet gününde herkes yaptığından hesaba çekilecektir. Sizlerden her biri çobansız bırakacağı koyunundan sorumlu tutulacak. Sonra Rabbi ona tercümansız ve aracısız olarak şöyle diyecek:
'Sana Resulüm gelip de emirlerimi tebliğ etmedi mi? Ben sana mal mülk verdim, pek çok iyiliklerde bulundum. Ya sen kendin için ahiret azığı olarak ne getirdin? Bu soruyla karşılaşan şahıs sağına soluna bakacak ancak hiçbir şey göremeyecek. Önüne baktığında ise cehennemi görecek. Öyleyse yarım hurma ile dahi olsa cehennemden korunmaya çalışınız, onu da bulamayan güzel bir sözle kendisini kurtarmaya baksın. Zira bir hayır için on katından yedi yüz katına kadar sevap verilir. Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.'

Sözlerin en güzeli

Allah Resulü bu ilk hutbesini bitirdikten sonra yeniden kalktı  ve ikinci hutbesini okudu:
"Allah'a hamd olsun. O'na hamd eder ve O'ndan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü  amellerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yolu gösterdiği, hidayet ettiği kişiyi kimse saptıramaz. Saptırdığını  da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tekdir, O'nun eşi ve benzeri yoktur. Sözlerin en güzeli Allah'ın kitabıdır. Allah Celle kimin kalbini Kur'an'la süslerse onu kâfir iken İslam'a sokar. O kimse de Kur'an'ı başka sözlerden üstün kılarsa kurtulur.

Allah'ı  bütün kalbinizle seviniz

İyi bilin ki, Allah'ın kitabı  sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah'ın sevdiğini seviniz! Allah'ı, bütün kalbinizle seviniz! Allah'ın kelamından ve onu okumaktan usanmayınız. Allah'ın kelamından kalbinize bir karartı  gelmesin.
Çünkü Allah'ın kelamı, Allah'ın yarattığı  her şeyin en üstününü ayırıp seçer, amellerin hayırlısını  ve kullarının seçkini olan peygamberleri ve onların kıssalarını  anlatır. Helali ve haramı bildirir. Siz sadece Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. O'ndan hakkıyla sakınınız.
Sözleriniz, Allah'a yönelmiş güzel sözler olsun ve aranızda Allah'ın kelamı ile sevişiniz. İyi biliniz ki, Allah, ahdini bozanlara, sözünde durmayanlara gazap eder. Allah'ın selamı üzerinize olsun.''
Peygamebirimiz Hz. Muhammed, Cuma namazını kıldırdıktan sonra Hakk'ın hâkim olduğu yeni bir dünya kurmak amacıyla Medine'ye doğru hareket etti.

Kıyama kalk ey aşk-ı sücud!...

sevgialemi_dini1_2.jpg
Kan damladı gökkubbenin şakağından yazgıma…

Bozuldu düşüm…
Bir nefes lazım şimdi bana ölmek için…
Ey ardından koşarken ardıma kalan yar!

Hesap dürüldü aşkla, sicilime al düştü...
söyle istanbul’una, değmeyin artık bana…
Ölesi aşikar, sereserpeyim işte,
alnımın karasını yalayan zefzefelerin çıkmaz sokak kuytuluğunda.
Sırtımda yalın bir aşk ,kulluk namına…
Örtün mahrem sızılarımı örtün ,
utanıyorum arzdan…!
‘’VENNECMİ ! ‘’…Zelilim el aman !
Didik ettiler taa içimi, en ürkek yanıma sözlerini dikerek!

Ellerim vardı yanımda bir tek, yüzüme kapanası ellerim…
‘’AŞK ! ’’ dediler…
Sustular…
Meylettim diz üstü…
Berzahındayım…

Gayrı ölümsüyorum içimi, gülümseyerek…
Cehennemden sıçramış bu harlanış ki, ölüp ölüp dirilmeler vaktinin vakad’ıyım!
Bağdaş kurdum işte mizanın kıyısına, alacaklıyım verdiğim kadar…
Ellerim…
Düşün yakasından yarin…
Dilim sus, günah kadar!
Hadi…

Ör saçlarını nil kıyımına Züleyha,yum gözlerini aleme ki bilmesinler ,

leyl çökmüş kirpiğinde bir
‘’Yusuf lekesi’’ var !!!


Doğruluyorum yâr’e kıyamdan…
BİSMİLLAH…
Bu aşk sana AŞİKAR!
Vaktidir.. LA Azrail, nazar etme ömre !
Ve sen ey aşk!

Kalem hakkı için söyle! Kuyudan bozma yürek aralarında zamana uğramayası mısın sen!
Hep ölüme özentili ölümsüz bir yanılgı mı kalmaya ahdettin..?
Dünlerinden yitik Orta Asya’nın bağrına yamanan ,kurutulmuş kan bezeli bir yara mı kalacaktın, ümmete kanayısı…
Ömrün bir ‘’sus’’ boyunda mıydı ki ölçüsü alındı?

Kelepçeli özgürlükmüş yalnızlık, eyv"ALLAH C.c" ,kursağıma dolandı…
Peki neden yüzün bende hala…

Sahi…
Senin gitmelerin hep ardına mıydı..?
Zelilim…

arasatta yalan sayılmaz sandım…
yetişemedi bir Arafat duası ardıma ki, başım önde tattım
kızıl elmadan…
heyyy!

Beni hüzne yalnız ayartan iblis!

Şimdi çiğne en pak amelimi dişlerinin arasında !
İsrafil üflüyorken sur’uru şah damarıma, gel ya Azrail, hükmü vurmadan akla!

Tırnağımdan başla içimi sökmeye eyy Meryem, heybende ki hurmayla damağımı ısla…

Yum beni Yusuf’un gözlerinde, sandık lekesi vurmadan yazgıma…
çenemi bağla yar!

Ki lanetlenmesin aşk!

Salın beni kuyuma, kefenimin iliğini arkadan vurarak!
‘’gelmeyi istememişti hiç…
böylesi gidişi istemediği kadar…’’
şimdi hangi ölüm tekil çekilmeyi vaat ediyor bana,

yırtınarak! Ki aşk değil midir ,
iki kişilik cinayetlere tek tabut kaldırmayı maharet saymak?

Değil midir ki aklı çarık yapıp,
yürek tokmaklarına dervişane vurulan mühürlerle delilik dergahından icazet almak?
Firdevs-i a'lasındayım aşkın…

Son durak…
Önüme durma anneee..!

Heveslendim bir kere , ölesim var…
Eteğine düşen kor vurmadan ciğerine,
hadii dikil şehr-i yârin alın hizasına…

İyi bakk!...
Bir ben miyim sanıyorsun intihar yolcusu yalınayak?
Koşşş yedi tepe arası sa'ylarda, sen oku selamı türkü yakarak

HER GÜNE BİR AYET

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Allah’a ve Peygamberlerine iman edenler var ya, işte onlar sıddîklar (sözü özü doğru kimseler) ve Allah katında şahitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar cehennemliklerdir.
Hadid suresi  19

GÜLİSTAN


Rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Haktır.
O hem Rahîm, hem Kerîmdir.
Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette,
 gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle,
vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip,
menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden
düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir!
Bediüzzaman

Anne-Baba Hakkı


   
Süleyman Sargın,
Zaman   
09.10.2009
Süleyman Sargın
Süleyman Sargın
Anne-baba, insanın en başta hürmet etmesi gereken iki kudsî varlıktır. Bu sebeple belki birkaç hafta sürecek bir yazı serisiyle daha çok muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin sohbetlerinden de azami istifade ederek Kur'an ve sünnet perspektifinden anne-baba hakkını ele almak arzusundayız. Maalesef, pek çok değer ölçüsünün unutulduğu, ailevî ve içtimaî esasların yerle bir olduğu zamanımızda, anne-baba hakkı da bu umumî yozlaşmadan nasibini aldı. Ne yapsak haklarını ödeyemeyeceğimiz anne ve babalarımız bugünün şımarık nesilleri tarafından sadece birer yük gibi kabul edilir oldu.
Aslında yük olan anne-baba değil, çocuklardı. Zira anne karnında daha küçük birer canlı halinde var olmaya başladıkları günden itibaren, hep anne-babanın omuzlarında dolaşan ve onların kucaklarında gelişip büyüyen onlardı. Fakat anne-baba derin şefkatlerinden dolayı, yavrularını yük değil mukaddes birer emanet olarak görüyorlardı. İşte bu yüzden onların hayat boyu devam eden fedakârlıkları karşısında çocukların da onlara sevgi ve hürmetle muamele etmeleri hem bir insanlık borcu hem de bir vazifedir.
Her insan, kendi ebeveyninin kadrini bilmeli ve onları Hakk'ın rahmetine ulaşmaya vesile saymalıdır. Ne yazık ki, günümüzde sadece Allah'a karşı saygısız olanlar arasında değil, O'nu sevdiğini iddia edenlerin içinde bile, anne ve babalarının varlıklarını istiskal eden, yaşamalarına karşı bıkkınlık gösteren ve sürekli saygısızlıkta bulunan insan bozması canavarlar türedi.
Mahzun Kırmızıgül'ün "Beyaz Melek" filmini defalarca seyrettim. Her seferinde toplumun içine sürüklendiği mahrumiyeti gördükçe içim sızladı. Anne-baba sevgisinden mahrum bir kalp, mahrumiyetlerin en acısını yaşıyordur aslında. Ve herkesin mutlaka izlemesi gereken o filmde anlatıldığı gibi, artık anne-babalar yalnızlığa ve kimsesizliğe mahkûm yaşıyorlar; biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceleri "darülaceze" denilen, şimdilerde biraz kibarlaştırılarak "huzurevi" adı verilen bu hicran yurtlarıyla teselli olmaya, senede bir gün kendilerine uzatılacak çiçeklerle avunmaya çalışıyorlar.
Oysa, insan çocuklarını bağrına basamadığı, torunlarını kucağına alamadığı, ne ihtimamla büyüttüğü ciğerparelerini sevemediği ve onlara bakıp bakıp "Yavrularım!.." diyemediği bir yerde nasıl huzurlu olur ki!.. Kendisine sevgi ve hürmetle nazar eden yakınlarının bulunmadığı, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman arayıp soranının olmadığı bir yerde mutluluğu nasıl bulur ki!..
Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; oraya "huzurevi" demekle onun sakinlerinin de gerçekten huzurlu olacaklarını sanmışız. Allah'tan ki bu müesseselerin hepsi Mahzun'un filmindeki gibi değil. Oralarda bazı samimi gönüller var da yaşlılarımızı bütün bütün sokağa terk etmiyoruz; kendileri gibi muhtaç kimselerin arasına bıraksak bile hiç olmazsa bir rahat yatak, bir sıcak çorba imkânı sağlıyoruz. Akabinde, onların da orada var olduğunu zannettiğimiz huzuru duymaları için zorlayıp duruyoruz. "Daha ne olsun, ne güzel yiyip içip yatıyorlar; rahatları yerinde!" der gibi küstahça bir tavır takınıyoruz.
Hâlbuki insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan ve bu şekilde saadete eren bir mahlûk değildir. O, her zaman çevresine alâka duyar. Tabiata açık bir fıtratı vardır. Evlat ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla münasebet içinde olmayı ister ve ancak tabiatından kaynaklanan bu alâka ve münasebetlerin gereği yerine getirildiği zaman huzur bulur. Şimdilerde bir tüketim mevsimi halini alan anneler veya babalar gününde "dostlar alış-verişte görsün" kabilinden sözde arayıp sormalar ve sun'î tavırlar mutlu etmez insanı. Senede bir eline tutuşturulan bir demet çiçek sadece onun gönlündeki hasret ateşini alevlendirmeye yarar ve hicranını dindirmez. O, alâkaya, sevgiye ve içten bir tebessüme muhtaçtır; onun manevi ihtiyaçlarını yalnızca yeme, içme ve sıcak döşekte uyuma karşılamaz.

Aklımız O'na Kurban


   
Fethullah Gülen,
Zaman   
09.10.2009
Aklımız O'na KurbanHayatımızın her anında sürekli Allah Resûlü'nü mülahazaya alma, sürekli O'nu düşünme, yapılan her işte O'nun sevgisini, kabulünü ve şefaatini kazanma gayreti içinde olma çok önemlidir.
Mesela, O misvak kullanmayı tavsiye buyurmuşsa, bana düşen, onun faydasına ve sıhhat açısından yararlarına bile bakmadan, sırf O kullandı ve tavsiye buyurdu diye misvak kullanmaktır. O işi, elde edeceğim bir faydaya bağlamak da ne demek? O kullandı ise ben de kullanırım. Efendimiz bana dese ki takla atacaksın. Bu meselenin mantığı var mı? Aklım öyle inceliklere ermez benim.. Senin mantık dediğin şey nedir ki? Mevlânâ Hazretleri demiyor mu, "Aklını Hazreti Muhammed'e kurban et." Ben de aklımı kurban ederim Efendim'e ve Onun emir ve tavsiyelerini yerine getiririm.
Öyleyse, siz de bazı şeyleri yaparken, kendi hislerinizi, size râci' bir faydayı nazar-ı itibara almayın. O işin içinde o fayda da olabilir; Allah o işten size bir kısım yararlar da hâsıl edebilir. Fakat siz şefaat zeminine ulaşmaya bakacaksınız. O Zat'la tanışmaya ve buluşmaya çalışacaksınız. O'nun daire-i kudsiyesi içine girince sizin bir şey talep etmenize zaten lüzum yoktur. Rica ederim, evinize bir misafir geldiği zaman siz ne yapacağınızı bilmez misiniz? Buraya şimdiye kadar gelen misafirlerden kim aç kaldı, kim çay-kahve içmedi? Siz boş çevirmiyorsunuz misafirlerinizi. Şimdi, siz O'nun maide-i semaviyesinin başına gidecekseniz, O'nun da ne yapacağını bildiğine iman edeceksiniz. Allah ne yapacağını, misafirlerini nasıl ağırlayacağını bilir. O zaman ibadet ve hasenâtınızın karşılığını neden Allah'ın rahmetinin enginliğine bırakmıyorsunuz? Neden o türlü şeyleri teşhis ve tayin etmek suretiyle meseleyi daraltıyorsunuz? Neden "Şefaatî liehli'l-kebâiri min ümmetî-Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir" diyen bir Sultan-ı Zîşân'ın size teveccühüne meseleyi bırakmıyor da, onu kendinize göre bir kısım küçük, sinek kanadı kadar menfaatlere bağlıyorsunuz. Öyle bir tavır hem O'na karşı bir saygısızlıktır, hem de himmetinizi dar tutma ve verilecek şeylere bir yönüyle filtre koyma demektir.
Bu açıdan, misvak kullanmanız, misvağınız yoksa parmaklarınızı dişlerinize sürüp onları sıvazlamanız (sivak), abdest sırasında genzinize su çekmeniz... gibi şeyleri bile Efendimiz yaptığı için yapmanız bunlara bir şuur katma manasına gelir. "Ya Resûlallah, bunu Sen yaptın ya, ben de onun için yapıyorum. Abdest dualarının Sana ait olup-olmadığını bilmiyorum ama madem İbn Hümam onları Sana isnad ediyor ve 'bunlar abdestte okunsun' diyor, bunları Sen abdest alırken söylediğin için ben de söylüyorum. Abdestten sonra bir yudum su içtiğin için ben de içiyorum..." Bütün bunlar hep O'nu duymaya çalışma, hayatın her safhasını O'nun hayatı ve atmosferiyle bütünleştirme ve O'nun yaptığı şeyleri paylaşma cehd u gayretidir.
Sen "Habibim!" desen O "Ümmetim!" demez mi?
Siz O'nun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında bu kadar koşarsanız, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp size teveccüh buyuracak ve elinizden tutacaktır. Alvar İmamı'nın ifadeleriyle sorayım:
"Sen Mevlâ'yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk'ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?"

Evet, "Sen gönülden bir kerecik 'Yâ Resûlallah' deyiversen, O "Ümmetim!.." deyip imdadına koşmaz mı?" Kaldı ki, yine Üstad'ımızın dediği, bazı sâdık kâşiflerin ifade ettiği ve bir kısım kitaplarda da geçtiği gibi, mahşerde "Ümmetî, ümmetî" diyecek olan Şefkatli Nebî, doğduğu zaman da "Ümmetî, ümmetî" demişti. Allah, O'nu çok özel bir mahiyette yaratmış ve gönlünü insanlığın kurtuluşuna bağlamıştı. Diğer peygamberlerin şefkati O'nun şefkatinin yanında deryada katre kalırdı. Öyleyse, siz bir kerecik "habibî" deseniz, o da mutlaka "ümmetî" diye çağrınıza icabet edecektir.
Hâsılı, salâvatın mânâsı rahmettir. Allah Teâlâ, Efendimiz'e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimiz'e salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, "Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin." manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonunda salât u selam okumak lazımdır. Gerçi, Efendimiz (Aleyhissalatü vesselam) duaların "Ya ze'l-celâli ve'l-ikrâm" hitabıyla noktalanmasını tavsiye buyuruyor; fakat o sözü Efendimiz'in tevazuuna verip, onda başka bir mahmil düşünüp duaları "Ya ze'l-celâli ve'l-ikrâm"la beraber salâtla bitirmek daha doğru olsa gerektir. Evet, hem kendilerinin ifadesiyle, hem Sahabe-i Kiram'ın hassasiyetiyle, hem de büyük zatların keşfiyle salât u selamın ayrı bir hususiyeti vardır ve o geriye çevrilmeyen bir duadır.
Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve ashâbihî ecmaîn.
(Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed'e, O'nun aile fertlerine ve ashabına salât ve selam eyle.)
Özetle
  • Hayatımızın her anında sürekli Allah Resûlü'nü mülahazaya alma, sürekli O'nu düşünme, yapılan her işte O'nun sevgisini, kabulünü ve şefaatini kazanma gayreti içinde olma çok önemlidir.
  • Siz sünnete riayetle şefaat zeminine ulaşmaya bakacaksınız. O Zat'la tanışmaya ve buluşmaya çalışacaksınız. O'nun daire-i kudsiyesi içine girince sizin bir şey talep etmenize zaten lüzum yoktur.
  • Salâvatın mânâsı rahmettir. Bizim salâtımız, bu rahmetin celbine vesile ve "Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin." manasına bir duadır.
Niçin o inkisar, neden o ağlama?
Terbiye ve talim adına yapılan işlerin en tesirlisi davranışlarla ifade edilenidir. Evde hayatı uygunca tanzim etmenin, çocuklara bir fikir verme bakımından önemi münakaşa edilmeyecek kadar büyüktür.
Bir teheccüd namazını -mümkünse- onun uyanık olduğu saate rast getirme, sadece Mevlâ-yı Müteal'in sizi gördüğü o karanlıkta, tıpkı Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi 'tekallübât' sizi sarıp da kıvrım kıvrım kıvranırken, çocuğunuzun mütecessis nazarlarının şuuraltı sermaye açısından ne ilhamlara erdiğini kestiremezsiniz. O, "Niçin o inkisar, neden o ağlama, neden o kalb burkuntusu?" diyecek; şayet bunları sesli düşünecek olursa, siz de ona Allah'ın huzuruna çıkıp da nimetlerinden mahrum kalacağınız, azabına dûçâr olacağınız endişesini taşıdığınızı anlatacaksınız. Hem sevgi ve ümit dolu bakışlarınızla hem de endişeli hâlinizle Allah'a karşı saygınızı onun ruhuna duyuracak ve hep onun gözetiminde olduğunuzu vurgulayacaksınız. Kendinize tanzim ettiğiniz bu hayat şeklini ve şayet var ise iç derinliklerinizi ona hissettirmeye çalışacaksınız. Aksine henüz ruhunuzda yer etmemiş ya da size ait olmayan şeyleri anlatmaya uğraştığınız zaman, ona emniyet telkin edemeyecek ve müessir olamayacaksınız.
Bu itibarla bizim davranışlarımız başka, sözlerimiz de başka olmamalıdır. Aslında buna, amelî münafıklık denir. İç-dış farklılığı çocuğu riyakârlık, mürâilik ve dual bir anlayışa iter, Kur'ân'ın ifadesiyle, onu bir orada-bir burada "müzebzeb" hâle getirir.
Siz, çocuğa Allah'ın nimetlerini anlattıkça, o da Allah'a (cc) karşı sizinle beraber şükran hissiyle, hamd hissiyle dolacak ve; "O sizin anlattığınız bizi yaratan, insan yapan ve sayısız nimetleriyle nimetlendiren, sıhhat lütfeden, anne-baba veren, her gün değişik nimet sofralarını gönderen; havayı, suyu, toprağı, ağaçları yaratan, yaratıp emrimize veren Allah'a (cc) binlerce hamdolsun." diyecektir.
Hele bir de yer yer bunları telkin eder, evdeki konuşmaları, muhavereleri bu yörüngede götürürseniz her şey bir başka güzelliğe ulaşır.
Haftanın Duası
Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla... Dinimizi en güzel şekilde yaşama ve onu başkalarına da anlatma hususunda Allah bize yeter. Dünyamızı mamur kılma, yeryüzünde Hakk'ın muradını gerçekleştirme ve bu yolda karşılaşacağımız her türlü musibete sabretme noktasında Allah bize yeter. Taşkınlıkla üzerimize hücum edenlere karşı -bütün zalimlere hadlerini bildirme kudretine sahip bulunan- Allah bize yeter.
Sözün Özü
Şayet neş'et ettiğiniz yerde kalıp kendinizi o çeperle sınırlandırmışsanız, Hızır'dan ders alsanız bile belli bir darlığın mahkûmusunuz demektir. Aksine her taraftan haberdar olabiliyor, her yeri âdeta avucunuzun içi gibi biliyorsanız, işte ancak o zaman dünyanın geleceği adına ümit vaat ettiğinizden bahsedilebilir. Yoksa rahatlıkla denilebilir ki, Amerika'da, Avrupa'da neş'et etseniz de belli bir darlığın mahkûmu hâline

Kürdistan'da Bir Kürtmen Kızı

   

 
08.10.2009
Erkam Tufan Aytav
Erkam Tufan Aytav
Gazeteci yazar dostum Faruk Mercan ile Erbil'e ayak bastığımızda Ekim ayı olmasına rağmen buralarda daha yazın bitmediğini kavurucu sıcaklardan hemen fark ediyoruz. Geldiğimiz yer neresi? Kimine göre Irak'ın kuzeyi, kimine göre Kuzey Irak, ama Irak anayasasına baktığımızda burası Irak bölgesel Kürdistan Yönetimi. Diğer tabir ile Kürdistan. Türkiye'den pek farkında değiliz ama bu bölgenin anayasal karşılığı bu. Kimilerin hoşuna gitse de bu, gitmese bu.
Pasaporttan geçerken beni bir gülme aldı. Geçen gelişimde Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan ile gümrükten geçerken pasaportuna vurulan Kürdistan mührünü gördüğündeki hali gözümün önüne geldi. 'Yahu işin ciddiyetini mührü vurunca anladım' demişti.
Bölge insanı çok sıcakkanlı, hemen kaynaşıveriyorlar. Türkiye'ye olan özel muhabbet bitarafa, her kim güler yüz gösterse kalplerinden bir şeytanlık geçirmeden hemen itimat ediyorlar.
Bu sebeple hep kullanılmış, hep istismar edilmişler. Kandırılmaya çok müsait bir yapıları olduğunu gözlemledim. Kürtlerin tarih boyunca devlet kuramamalarının dâhili ve harici sebeplerini müstakil olarak incelemek lazım...
Bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölge burası... Tabii Kürtlerin kara kaşı kara gözü için değil bu ilgi elbette. Gerek yer altı kaynakları gerek stratejik önemi ilginin gerçek sebebi. Kürtler umarım bunu fark ediyorlardır.
Erbil, Kürkük ve Süleymaniye'yi tekrar görme fırsatı buluyoruz.
Erbil geçen gelişimdeki gibi. Asayiş problemi olmayan, biraz gelişmiş bir kasabayı andırıyor. Her yerde inşaatlar var. Çarşı pazar profili bizim doğu ve güneydoğumuz ile aynı. Aynı kültür coğrafyası! Yanlış anlaşılmasın ama bu bölgeye ne zaman gelsem pasaportla dış hatlardan gidişimi yadırgarım. Hiç de yabancı bir yer değil çünkü.
Erbil'de Nakşibendi tarikatı oldukça güçlü. Sokaklarda başı açık kadın görmek adeta imkânsız. Halk gelenekleşmiş dindarlığını yaşıyor.
Şehirdeki reklam tabelalarının büyük çoğunluğunu Türkiye markaları oluşturuyor. Türk malı demek sağlam demek, güvenilir demek. Avrupa mallarına bile bu kadar itibar edilmiyor.
Derken ver elini Kerkük.
İlk geldiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Hayalimde palmiye ağaçlı, kubbeli yapıları ile güzel bir şehir vardı. Ne gezer. Tam bir harabe. Metruk bir şehir Kerkük. Dünya petrolünün %7 si burada olmasına rağmen böyle. Aslında rağmen değil de sayesinde demek daha doğru. O petrol olmasa idi Kerkük eski mamur Kerkük olacaktı. Arap, Kürt, Türkmen'in kardeşçe yaşadığı, sokaklarında hammer jiplerin dolaşmadığı, iki insandan birinin elinde kaleş olmadığı bir şehir olacaktı.
Ancak geçen gelişime kıyasla daha bir güvenli bir hal gördüm. Fotoğraf çekmek istediğimde kimse aman diye elime yapışmadı, arabadan sakın inmeyin vururlar demedi. Sokakta hiç ABD askerine de tesadüf etmedim.
Duvarda boya ile yazılmış bir yazı gözüme ilişti. Yazıyı okuyunca çok şaşırdım. Türkiye'den bildiğimiz sloganlardı bunlar. 'Ne mutlu Türkmen diyene' yazıyordu. Bir başka duvarda da ise 'Kerkük Türkmen'dir Türkmen kalacak' yazısı duruyordu.
Kerkük'te dört resmi dil var. Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice. Her bir etnik grubun kendilerine ait okulları ve eğitim müdürlükleri var. Tayin, maaş gibi işlerde özerkler. Türkmenler de, Kürtler de, Araplar da Kerkük bizim diyorlar.
Polat Alemdar ve Memati'nin resimleri duvarlarda görmek mümkün. Tabii bu resimleri Türkmenlerin astığı muhakkak.
Çölde bir vaha bulmuş gibi yıllar önce açılmış Türk kolejini ziyaret ediyoruz. Bahçesinde bayrağımız dalgalanıyor. Okul bahçesi teneffüs saati olsa gerek öğrenciler cıvıl cıvıl, neşe içerisinde. Gülüp oynuyorlar. Kerkük üzerine, Kerkük'ün geleceği üzerine yapılan planlardan habersiz eğleniyorlar. Okullarına, öğretmenlerine güveniyorlar, okullarını yuvaları gibi görüyorlar. Şiisi, Kürdü, Türkmeni, Arabı el ele bahçede oynuyorlar.
Bahçede mütebessim çehresi ile Kenan öğretmen bizi karşılıyor. Aslen Diyarbakırlı bir Kürt imiş. Kerkük'ten bir Türkmen kız ile evlenmiş. Bir kızları olmuş. Peki, o kız ne oldu şimdi; Kürt mü Türkmen mi diye sorduğumda gülerek cevap veriyor benim kızımız bir Kürtmen. Diğer öğretmenlerle de tanışıyoruz. Sadece ikisinin Türkiye Kürtlerinden olduğunu gözlemliyorum.
Kerkük'te bir de Türk kız lisesi var. Orayı da ziyaret ediyoruz. Dikkatimi çeken iki temel şeyden biri bütün öğretmenlerin mütebessim çehreleri. Hepsi "çok mutluyuz burada" diyorlar. Aşkla şevkle hizmet veriyorlar. İkincisi ise okulun bütün pencerelerinin güvenlik gerekçesi ile sıkı tel örgüler ile kaplı olması.
Anti parantez burada belirteyim. Bizim Kuzey Irak dediğimiz bölgede ABD'nin, İngiltere'nin, Fransa'nın, Lübnan'nın ve Türkiye'nin eğitim kurumları var. Ama eğitim konusunda en ciddi ve en başarılısı Türkiye'den iş adamlarının açmış olduğu okullar. Yani Işık kolejleri. Dört binin üzerinde öğrencileri var. Genel Müdür Talip beyin ifadesine göre çocuğu bu okulları kazanan aile düğün düzenliyor ve çevresine yemek veriyormuş.
Bir anti parantez daha; bizim Erbil'e gelişimizden üç gün önce Fransa eski cumhurbaşkanının eşi Danielle Mitterrand bölgede üç Fransız okulunun açılışını yapmış.
Bu sefer direksiyonu Süleymaniye'ye çeviriyoruz. Hani bizim askerlerimizin başına çuval geçirdikleri yere. Hala o olayın gerçek yüzü aydınlatılabilmiş değil. Veli Küçük'ün bu işte parmağı olduğunu söyleyenler var. Peki, niye diye sorduğumda dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök'ü istifaya zorlamak için cevabı geliyor. İşin aslını ben de bilmiyorum.
Kerkük, Süleymaniye yolu oldukça güzel. Kürt bir dostumdan yol boyunca Saddam'ın zulmünü dinleme fırsatı buluyoruz. Bir tanesini burada anlatayım.
Bir gün Saddam bir köye bir açılış için gider. Saddam her seferinde olduğu gibi 7/8 adet aynı renk ve modelde araç konvoyu ile gelmiş köye. Suikast olur korkusu ile hangi arabada olduğu saklanırmış.
Derken Saddam köye gelmiş açılış yapılmış, köylüler kurbanlar kesmiş. Kurban kesenlerden biri Saddam'ın hangi arabadan indiğine dikkat etmiş ve arabasına işaret olarak kan sürmüş.
Konvoy açılıştan sonra tekrar yola çıkmış. Yolda kan sürülmüş arabaya roket saldırısı olmuş. Ancak ne çare ki Saddam dönüşte başka arabaya binmiş. Bu durumda Saddam'ın ne yaptığını tahmin edersiniz? Elbette en vahşicesini.
Bütün köyü kurşuna dizdirmiş.
Süleymaniye Talabani'nin kalesi olarak bilinen bir şehir. Ancak son seçimlerde KYP ikinci parti olmuş. Bizim batı Anadolu şehirlerini andıran bir yer. Oldukça bakımlı, batılı ve Türkiye'den markaları, şık mağazaları, pastaneleri bu şehirde görmek mümkün. Şehrin orta yerinde anormal büyüklükte bir gökdelen inşaatı var. Otel olacakmış. Talabani'nin eşinin yaptırdığı söyleniyor.
Süleymaniye de de üç adet 'vaha' buluyoruz. Işık kolejlerinin açmış olduğun üç okul. Süleymaniye'de 1267 öğrenciye hizmet veriyorlarmış. Kız lisesini ziyaret ediyoruz. Geçen geldiğimde bizi gülmekten yerlere yatıran Kürt kız öğrenciyi soruyorum, mezun oldu diyor öğretmenleri. Ne yapmıştı da bizi güldürmüştü merak edenlere hemen söyleyeyim, başta Bülent Ersoy olmak üzere pek çok sanatçının taklitlerini yapmıştı bize. Hem de karikatürize ederek.
Erkek lisesi müdürü Lokman beyi görür görmez sordum; geçen gelişimde Süleymaniye'nin resmi devlet erkânı ile okulun öğretmenleri arasında futbol maçı yapacaktınız maçı kim kazandı diye. "Tabii ki biz dedi gülerek."
Eğitim kahramanları yeni yapılan ilköğretim okulunun inşaatını da gezdirdiler. Nasıl heyecanlılar bilemezsiniz.
Hava kararıyordu vedalaşırken. Her biriyle tek tek sımsıkı sarıldım. Arabamıza bizi bindirip arkamızdan el sallarlarken aynı mütebessim çehre ile vardı yüzlerinde.
Süleymaniye'den Erbil'e dönerken Kerkük üzerinden dönmek zorundasınız.
Gece Kerkük adeta yanıyor gibi gözüküyordu. Petrol çıkan yerler alev alevdi.

HER GÜNE BİR AYET

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler var ya, (verdikleri) onlara kat kat ödenir. Ayrıca onlara çok değerli bir mükâfat da vardır.
Hadid suresi  18

Bedevi



 

Bedevi

 
Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş.Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.
Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş:
“Eğer anlatırsan, demiş bedevi,Bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”

Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, Millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık.

Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı.
Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı?..
Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle,
Her şey gönlünüzce olsun.