Zamana yenik düşen hatıralarım var, zamana yemin düşen an’larım. Hayâlhânesinde sükûtu içen derviş kılığım, tüm pejmürdeliğiyle toz alan bir köprüde. Yıkık evler artığıyım, kabul görmedi dilimdeki lâl tadım. Çöle kuyu bulduran gözyaşlarım, gecelere taşıdı yorgun yamaçlarımı. Düşkünlüğüm düşümde üşüdü, açıldı döşümde kocaman bir yara…
Söyle Ey Aşk Ustam; kaç vakti öldürür ölmüşlüğüm, kaç vakti diriltir nevbahar edâsıyla? Hem baharlar değil miydi, hep sona çıkan? Yapraklar değil miydi, döküldükçe içimde yaşlanan? Uludağ’ımda beslenen o kar, Emirhan’ımda süzülen rüzgâr… Esmeyi esmer akşamlara bırakan lodaslar… Ovaya yaslanan şu deli başımla, hangi kıyı görünür muştu diye nazarıma?
Kemâline eren seher esiriyim, olgunlaşmaya bir imtihan daha Şems yakınlığına. Çok sözle yitirmek istemedim leylimi. Leylâ uzaktaydı, uzaklar kalbimin bahtı. Neylesin hayât, acılar birike birike tatlı. Sâzendelere karışsam da sazımda yakılmış bir türkü olsan. Yaksam mektup kenarlarını, söksem mendil karanlığını. Fezâya füzun nücûm yalnızlığı. Her takvim kâğıdına söylenecek bir sızı, not edilecek bir yazı. Hadi yaşanmamış say, bütün zamanı. Târihçe-yi hayâtıma nasıl derim, çek git… Git gidebilirsen; aşk, kıyıların çarpan dalgası. Sevdâ, kabrin katmerli zulümâtı.
Nasıldı sokak demirlerine bağladığım lâstikler? Atlayarak mı aşmıştık her oyun kanalını? Seksekte en güzel taş kimindi? Ondan mı attın, dolu bilip boşluğuma düşen taşları? Uçurumdan kurtarıyorum her zaman, ümidimin solgun yanını. Kimseyle derdim kalmadı, iyi mi? Aşk ki en yüce dert, çöküyorum derinlerin bilmecesine ve bulunamıyorum. Kaldı ki bulunmak isteyen kim; kayboldukça varlaşıyorum….
Şimdi Ey Aşk Ustam söyle! Meçhul gemisinde aşkın, merhume oluşum kayda değer midir? Gayba geçer midir, geçitsizliğim? Ölüm, düğün şöleni. Tüm yaralarım Yâr’dan armağan, bergüzârlığım bundan. Neyim kaldı ki… Sor caddelerin haddi aşan yüzüne; aşk sakınmak değil miydi kendini,kendinden bile. Hey âvâze sessizliğim, nerdesin yine? Cânımda parçalarını bile parçaladığın o haykırışla, kuytular kömür bakışlı. Gel elmas kıl, mâden ocağımı…
Sonsuzluk çağrısına ses ver ey aşk! Mevti tadacak nefsime değil, ölümsüz ruhuma kaynaş. Kaynadı tenceremde pişirilen aş. Sen gel de aş,mutfağa varan yolu. Çatıkatı dondurur köşelerde ağlamaklı çocukluğunu. Çocukluğum; hiç büyümedin sen. Sakın ellere verme, elini emi? Buzdandır yabancı yollar, kaydırır ayağını. Alçıya alınsan da, alınır gönül kaldırımı. Sen hiç kaldırımları incittiğine inandın mı? Ağrılar,tek bir yerde mi yaşanır? İç sesli o büyük konuşma,halka açık bir seminer olsa, deliliğim meşhur olacaktı inan bana. İnsan kendine şöhret olur mu âfetken; olamadım da…
Kışlıklar çıksındı dolaptan gayrı. Isıtmaz ince örgülü hırkalar, incelmiş yüreğimi. Kalın örmeli artık herşeyi. Aşkı kalın ipliklerle örmeli, göstermemeli içini. İçinde ne saklı ki… Boşluk bile mahremdir aşka girince. Âlem zannederken en iyilerden olduğunu, titre ve aldanma! Gayb perdesi aralandığında aşksız kalırsan eyvah sana! Yüreğim, duyuyor musun hadi uyan! Fecr-i sâdık olma duâsında kal… O dipsiz kuyuda, o yalnızlıkta anan-baban uzakta, hesâbı ve kitâbı düşüneceksen eğer, titre de kendine gel… Kime git biliyor musun; tahta çarparken başına, hırçın- acıklı-hüzünlü dalgalarda, öyle birisine git ki hiç uyumasın başında. Toprak örterken cümle varlık varlığın kapanırken,kapan secdegâhına. Aşk secdelerin en şevkli hâli. Arıt Allâh’ım, bozbulanık akan nehrimi.
Sana akmayacaksa,bu nehir nehir değil. Sana yanmayacaksa bu mektuplar harf değil… Sende kurumayacaksa bu toprağın adı ne? Seninle yarılsın kalbim yedi kat göğün fevkine… Yükselt Allâh’ım aşkının keremiyle… “bizi bu çöllerde mahvettirme”
Bîçâre çâresini ister Allâh’ım,aşk dergâhında kıtmirlik diye…
/Bilmem ki ne kadar sustum,her tevbede suçluyum…/
Fâtımâ Zehrâ MERİNOS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder