Dua, müminin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, gülen yüzü, helale koşan ayağı, Hakk’a yönelen kalbi, zikreden dili ve fikreden beynidir.
Cennet kapıları ancak duayla ve besmeleyle açılır. Cehennem kapılarını sadece dualı diller ve helâle uzanan eller kapatabilir.
Dua; açan gülümüz, seherde esen yelimiz, Hakk’a teslim olan ve O’nun adıyla titreyen kalbimizdir. Gönül bahçelerimiz onunla yeşerir. Hayat onunla anlamını bulur. O ki, içimizdeki karanlıkları aydınlatır, yanan kalpleri serinletir. Fırtınanın tipiye dönüştüğü ve kurtuluşun, imkânın sınırlarını zorladığı demlerde tutacağımız yegâne dal duadır.
Dua, kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o. Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahlıktır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.
Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Niçin dua edilir?
Allah, içimizden geçenleri bilir. Madem öyle, niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir.
Onun için dua da sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak, işte aynen bunun gibi Allah’la olan bağımızı da duayla güçlü ve sağlam kılarız.
Dua; kulun, aczinin, fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.
Dua-tevekkül beraberliği
Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat, günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz, bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha (Allah’ın adeti) da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.
Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlallah! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum!’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben : ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et!’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen, duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü; tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.
Hz. Peygamberin duaya verdiği önem
Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… “Dua, ibadetin özüdür.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez?
Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O, Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki, dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?
Dua, kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o. Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahlıktır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.
Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Niçin dua edilir?
Allah, içimizden geçenleri bilir. Madem öyle, niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir.
Onun için dua da sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak, işte aynen bunun gibi Allah’la olan bağımızı da duayla güçlü ve sağlam kılarız.
Dua; kulun, aczinin, fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.
Dua-tevekkül beraberliği
Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat, günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz, bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha (Allah’ın adeti) da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.
Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlallah! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum!’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben : ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et!’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen, duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü; tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.
Hz. Peygamberin duaya verdiği önem
Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… “Dua, ibadetin özüdür.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez?
Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O, Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki, dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder